5 Kasım 2018 Pazartesi

Bu aralar dışarı çıkmak istemiyorum, daha çok yazı yazıyorum. insanlarla konuşmak desen zaten yok denecek kadar az hatta düşük yüzdeliklerde...Fotoğraf makinem de odanın bir köşesinde tripotta öylece duruyor....Can sıkıntısından yazanlara da cevap vermiyorum... Yalnız sabah evden çıkarken adını bile bilmediğim insanlara gülümsüyorum. O gülümsemeler insanın içini ısıtıyor çünkü bir beklentisi olmuyor... Çocuğuyla kaldırıma çıkmaya çalışan bir kadına yardım ettiğimde, küçük  gülücüklerle ordan adımlar atıp ilerliyorum. ruh halimi süsleyen bir şey buldum mu seviniyorum :) ... Ama öte yandan  insanlardan korkuyorum biliyor musun ? birbirlerini incitmek için adeta bir yarış halindeler...Hatta diğer canlılara bile siddet uyguluyorlar. Aslında korkum şiddetle ilgili bir durum değil, sadece bilinmez bir ruh haline sahip olan insanların verdikleri rahatsızlık insani olumsuz etkiliyor. bu yüzden sevgisizlik dizboyu diyebiliriz... Genele indirgememek gerek çok iyi insanlar da var belki de yollarda... Mesela gezginler hep daha samimi gelirler bana. Bir düşünsenize biz evden markete çıkmaya korkarken, onlar  hiç bilmedikleri insanların arabalarına biniyor, çoğu zaman otostopla kilometrelerce yol alıyorlar.  Ve bize gelince çoğu zaman ötekileştirildik, hatta ``sen yapamazsin` cümlesini çoğu kez duymak zorunda kaldık. 

Sonrası azalan sevginin, artık insanları tatmin etmediğini gösteriyordu... Ne ara böyle olduk üstelik dünyayı da paylaşamıyoruz, hatta bu yüzden savaşlar da olmuyor mu ? 。Bizler bir şeyleri değiştirmeliyiz. Ya da hep beraber yok olacağız... 

2 Temmuz 2017 Pazar

BİR YAZ ÖYKÜSÜ


            Bugün sizlere yakın zamanda yaşanan bir çocuğun hikayesini anlatmaya çalışacağım. Cümlelerim eksiltili olabilir affola !

  Bu bir yaz öyküsüydü, içinde ayrılık şarkısı çalan, ıssız bir köyün acılarla insanı hüzne boğarcasına bağıran bir çocuğun acı çığlıklarıydı. Ulaşılmaz bir duygunun kabuk tutmuş yanıydı.
     Olayın kahramanı küçük çobandı, 15 yaşlarındaydı. O gün şehir merkezinden köye gelmiş ertesi gün koyunları otlatma sırası ondaymış... Belirsiz bir güne uyanmış, havanın kapalı olduğunu fark edip kalın giyinmişti. Daha sabahtan belliydi yağmurun bu sefer kızacağını, gökyüzünde kara bulutlar hazırlıklarını erkenden yapmıştı. Koyunları otlatmaya doğru yola koyulan küçük çoban, tuhaf bir o kadar yorgunluğun genç yaşta belirginleştigine tanık olmuş gibi tepeleri çıkmaya çalışıyordu.... Yağmur sabahında köyde şiddetli bir ses duyulmuş, köydekiler aceleyle sesin olduğu yere doğru yürümüşlerdi. Yollar uzun, dağlar engebeliydi, umut adeta küçük bir kıvılcımın içindeydi.  Daha önce o köyde hiç bu kadar şiddetli bir ses duyulmamıştı. Üstelik bu ses, acı bir durumun habercisiydi. Nefes nefese kalınan adımların sonunda, olayın olduğu yere varmışlardı. O an insanın kanını donduran tablolar vardı, görenler şok olmuş, ne yapacaklarını şaşırmış, küllere dönen küçük bir bedenin, tek acı çığlıkları ağıtlar olmuştu.  evet o gün, yıldırım; küçük çobanın annesiyle telefon konuşmasına izin vermemişti. Oysa, küçük çoban o gün 'anne ben köye vardım iyiyim'' demek için aramıştı. Sanırım gökyüzü kızmıştı maviliklere süslenen gökyüzü o gün karalar bağlamıştı.  Ve yağmur o günden sonra hiç romantik olmadı, şimşekler, çığlıkları andırdı.

17 Haziran 2017 Cumartesi

Daha Çocuktuk...


Hep Çocuk kalanlara..

Küçükken sevgiler masumdu, güzel tebessümler vardı. Üzgün olmazdık mesela sadece düşerken diz yaralarımıza ağlardık. Kimse ile bir alıp veremediğimiz olmazdı. Mesela çok az düşünürdük, hatta düşündüklerimizi günün sonunda unuturduk. Beyni yoran bir şeyler yoktu, düşündüklerimizi hep söylerdik, içimizde bir şeyler kalmazdı. Yolculuklarımız da hiç olmazdı, gittiğimiz tek yer sabahtan akşama kadar oynadığımız sokaklardı. Bir çoğumuz hatırlar belki yemekten yemeğe eve uğrardık. Oysa şimdi hepimiz dört duvarlı odalara takılıp kaldık. Hayatın incecik bir çizgisi vardı, şimdi ise o çizgilerden yollar çizilmiş önümüze…  Anlaşılan biz büyümekle hata yaptık, ya da büyüdükçe bedenimiz yaşlandı fakat ruhumuz hep çocuk kaldı.  Biz bir şeyleri zamanında en güzeliyle yaşadık. Kimin aklına gelirdi ki büyüyünce hüzünleneceğiz, hep hüzünlü şarkılar çalacak… :)

Ötelerden annelerimizin gülücükleri belirirdi, o bizim için mutluluğun tarif edilemeyen kısmıydı. O an yoğun bir sevgi seli yaşanırdı. İşte o yüzden annelik  de mucizevi bir duyguydu, kimi zaman tuhaf bir gülümseme, Kimi zaman da gökyüzünden bağımsız mavili, bir görüntü…


7 Haziran 2017 Çarşamba

BELİRSİZLİK . .



Yıkık dökük bir kent var şimdi, düşler çok uzaklarda kaldı...  Belki de her şey eski zamanlarda kalan, sıcak gülüşlerde fırtınalar andıran bir umudun yok olmasıyla başlamıştı... Çocukların  o masum gülücükleri, şimdi paramparça olmuş bir hüzün yığını ... Ruh, parçalara ayrılmış, bir türlü bir araya gelemiyordu düşünceler... Cümleler desen zaten devrik ve anlamsız ... Modern çağın bu vurdum duymaz hissine kapılıp birbirimizi üzüyoruz ...Üzülüyoruz... Neyi ? Ne zaman yapacağımızı bilmiyoruz, haliyle kırdığımız insanların da haddi hesabı yok. Çoğu zaman gereksiz bir hüzün kapıyı çalar... Nerden geldiği belirsiz bir ay ışığında görünür. Her ne kadar ``Burada öyle biri yok`` desen de, o seni bulmuş, sen de hazırlıkları yapmış, onu misafir etme moduna girmiş gibisin... Sendeki o duygu, hüznü baş köşeye oturtur ve dinlemeye başlar....Anlatacak çok şeyi olsa da, sen sadece anlamak istediklerine odaklanır, hatta o cümleleri yakalarsın. Aslında o kadar da anlaşılmaz değiliz, sadece anlaşmak için aynı çizgiyi bulmaya çalışmıyoruz...

      Ve her zamanki gibi, daha çok sevgi lazım insanoğluna, çünkü gittikçe her şey azalmaya başladı, mesela çoğu insan artık düşündüklerinin ve hissettiklerinin farkında olmadan,  hayatın ritmik ruhuna kapılıp günlük rutinlerini yapar, sessizliğine gömülür sonra da kendi içindeki sevgiyi öldürür. Çoğumuz böyle yabancılaşmadık mı sevdiklerimize ?
            Anlaşılan büyük bir belirsizlik var çünkü samimiyetler yeterince etkisini gösterememiş olmalı. yoksa bu kadar anlamsız olamazdı gökyüzü. Oysa hayatın sadece bir kaç andan ibaret olmadığını fark etmeliydi insan. Gerçek şu ki birileri düş kurarken, birileri de sadece dinlemiş, her ne kadar o düşün içinde olsa da habersiz bir yolculuğa çıkmış gibiydi.


              Gerçekten Modern çağın ruhuna kapılan insanlar belirsizliğin içindeydi, hatta bir şeyler de insanoğlunu yordu... Ve giderek hissizlesti... Ama üzerinde durulacak konu: O hissin yok olmasına neden olan şeyler nelerdi...? Gerçekten her şey geriye mi alınmalı, yoksa fedakarlıklar mi yapılmalı..? Bu kadar anlaşılmaz insanlar arasında yok olmaya yüz tutmuş duyguların, bir an önce tedavisi mi yapılmalı...? Yoksa  Umudun yokluğundan habersiz mi olunmalı...? Tabii ki bu bir reçete ile yapılacak iş değil ama nedenler her zaman dikkate alınmalıdır....





4 Haziran 2017 Pazar

YABANCILAŞMAK


Bazen bütün güzelliklerin üzerine anlamsız, kara bulutlar toplanır... Hatta bir yerlerde bekleyen insanların  üzerlerine depresif ve kasvetli bir hava estirirler... Ama sen bu havadan habersiz bir şekilde, güzellikler düşlersin, cümlelere misafir edercesine... Hayal ettiğin bütün şeylere düşman birilerinin olduğunu bilmezsin. Bu tür kişiler düşlerinizi beraber kurduğunuz kişiler olabilir, ya da bir başka yerlerde saklanmış, sanki hiç ulaşılmamış kalbe, hissedememiş gibi seni bilinmedik durumlara iten kişilerdir ... Yapraklardan söz ettiysen ona, sanki öyle bir nesnenin varlığından habersiz biriymiş gibi...  Hatta kulağına fısıltılarını bile unutmuş olabilir....

Kısacası yabancılaşmaktan söz ediyorum... Belki de en çok korktuğumuz şeylerden biridir yabancılaşmak. Bu saatten sonra yabancısıdir her şeyin... Belki de senin günlerce, aylarca paylaştığın bütün düşlerini, bir başkası, kırık dökük bir sandala bıraktı ve fırtınaya kapılıp gitti... Gemin battı , bundan sonra bir daha kurmazsın öyle düşleri...  Ha unutmadan zaman en büyük düşmanınızdır, sakin ola zamanın kuytu bilinmez anlarına kapılmayın...! Bir çuval inciri berbat etmeyin... Bir de zamanı illa ki olumsuzluklarla birlikte düşünmeyin... Zaman varken birileri, bir şeyler yapmalı, suskunluğunu bozmalı ...  
          Ya da durun siz gurur mu yaptınız ? Bak gene yanlış yola saptınız ... Sevgi için gururuna yenik düştüysen, bundan sonra sana kimse yardım edemez... Gene bu kadar umutsuz olma, yapacak mutlaka bir şeyler var üstelik sen, Zamanın rüzgarlarına kapılacak biri değilsin... 

24 Mayıs 2017 Çarşamba

BELKİ DE HASRET ...

        
        Çok sonra bulursun kendini, belki de üzgün, kronik hastalıklara yakalanmış bir şekilde... Çoğu zaman yalnızlığın patlamasını yaşarsın, kalabalıklara karışmak hatta hiç bilmediğin insanlar arasından kaybolmak istersin. Oysa bunları yaparken kendini kontrol etmesini bilmelisin... Arayışın bir umut, bir beklenti üzerine hatta bir eğlence de olabilir.  Düşünmelisin ama düşüncelerin seni üzmesine izin vermemelisin. Gittiğin yerde ruhunu yakalayıp, uzun bir günün sonunda mutlulukla anlaşma yapmalısın... Kim için üzüldüğünün hiç önemi yok, biliyorum hatta biliyorsun, beyninin içinde seni rahatsız eden bir şeyler var ve her defasında seni zorlayan, bağımsızlığını ilan eden hücrelerin varlığından haberdarsın ama kontrol etmekte biraz tembellik yapıyorsun. Fazla uzaklaşmamalısın çünkü seni senden başka bilen yok . ben en fazla dinlerim seni , çünkü sen kendini benden daha iyi tanıyorsun... Ve bir gecenin son demlerine doğru yaklaştığımızda biraz durgun olmuş hatta mayışmış olabilirsin.  Pes etmenin tezgah kurduğu vakitlerden, aradığın her şeyin bu dünya da uçup gittiğini sandığın vakitlerden söz ediyorum ... Hatta her şeyin anlamını yitirmiş, mutluluğun senden kaçtığından bahsediyorum... (1. BÖLÜM) 

20 Ocak 2017 Cuma

NİÇİN YAZIYORUZ ?



Niçin yazıyoruz ?
Çünkü insanlar kendi kişisel özgürlüğünü aslında yazdığı satırlar arasına saklıyor. Kimi duygusunu, kimi sıradanlaşan dünyaya bir anlam bulmadığı için... Belli ki dünyada alışıldığın dışında bir kargaşa var!  Bir düzensizlik var... Sessiz kalmakla yetiniyoruz çoğu kez, çünkü çoğu şey bizim dışımızda oluyor. Maskeler çoğalmış, olaylar türlü türlü senaryolarla tekrarlanıyor... Mesela insanlar artık eskisi gibi birbirini sevmiyor, çok az sevgi var, ve bu da yetersiz  hatta eksik kalıyor çoğu şey, daha çok sevgi lazım insanoğluna, en başta da birbirimize, sonra da küçük dostlarımıza (hayvanlara). Duygusuz olmayalım önyargılarımızdan bir an önce kurtulmalıyız.. Yoksa sevdiklerinizi, etrafımızdaki en değerli insanları kaybederiz ... Kısacası, kitaplar ve yazılar dışında, büyük bir gürültü var ve bu da insanları rahatsız ediyor... Kimisi farkında, kimisi ise hala lay lay lom da…

22 Ekim 2016 Cumartesi

Küçük Prens



Hayranı Olduğumuz Küçük Prens'den Hayat Üzerine 11 Seçmece Alıntı




1. 

Hayranı Olduğumuz Küçük Prens'den Hayat Üzerine 11 Seçmece Alıntı
Büyükler sayılardan hoşlanır. Onlara yeni bir dostunuzdan söz açtınız mı, hiçbir zaman size önemli şeyler sormazlar. Hiçbir zaman: ” Sesi nasıl? Hangi oyunu sever? Kelebek toplar mı?” diye sormazlar. “Kaç yaşındadır? Kaç kardeşi var? Kaç kilodur? Babası kaç para kazanır?” diye sorarlar. Ancak o zaman tanıdıklarını sanırlar onu. Büyüklere: “Pembe kiremitten bir ev gördüm, pencerelerinden sardunyalar, damında güvercinler vardı” derseniz, o evi bir türlü gözlerinin önüne getiremezler. Onlara: “Yüz bin franklık bir ev gördüm” demeniz gerek. O zaman: “Aman ne güzel!” diye bağırırlar.

2. 



Hayranı Olduğumuz Küçük Prens'den Hayat Üzerine 11 Seçmece Alıntı
 “Sadece evcilleştirdiğin kişiyi anlayabilirsin” dedi tilki. “İnsanlarınsa hiçbir şeyi anlayacak vakitleri yoktur. Her şeyi dükkandan hazır alırlar. Ve arkadaşlar dükkanlarda satılmadığı için de insanların arkadaşları yok artık. Eğer bir arkadaşın olsun istiyorsan, evcilleştir beni!”

3. 



Hayranı Olduğumuz Küçük Prens'den Hayat Üzerine 11 Seçmece Alıntı
Sahibi olmayan bir elmas bulursan, o elmas senindir. Sahibi olmayan bir ada bulursan, o ada senindir. Bir buluş yaparsan patentini alırsın, buluş senin olur. Madem ki yıldızlara sahip olmak benden önce kimsenin aklına gelmedi, yıldızlar benimdir.

4. 



Hayranı Olduğumuz Küçük Prens'den Hayat Üzerine 11 Seçmece Alıntı
İnsan gerçekleri sadece kalbiyle görebilir. En temel şeyi gözler göremez.

5. 



Hayranı Olduğumuz Küçük Prens'den Hayat Üzerine 11 Seçmece Alıntı
“Her gün aynı saatte gelmelisin” dedi tilki. “Örneğin öğleden sonra saat dörtte gelirsen, ben saat üçte kendimi mutlu hissetmeye başlarım. Zaman ilerledikçe de daha mutlu olurum. Saat dörtte endişelenmeye ve üzülmeye başlarım. Mutluluğun bedelini öğrenirim. Ama günün herhangi bir vaktinde gelirsen, seni karşılamaya hazırlanacağım zamanı asla bilemem. İnsanın gelenekleri olmalıdır.

6. 



Hayranı Olduğumuz Küçük Prens'den Hayat Üzerine 11 Seçmece Alıntı
“Siz tıpkı tilkinin benimle karşılaşmadan önceki hali gibisiniz. Dünyadaki binlerce tilkiden yalnızca biriydi o. Ama ben onunla dost oldum ve şimdi artık o özel bir tilki.”
Güller bu duyduklarına çok bozuldular. 
"Evet, güzelsiniz. Ama boşsunuz. Sizin için kimse yaşamını feda etmez. Yoldan geçen herhangi biri, benim gülümün de size benzediğini söyleyebilir. Ama benim gülüm sizin her birinizden çok daha önemlidir. Çünkü ben onu suladım. Ve onu camdan bir korunakla korudum. Önüne bir perde gererek rüzgarın onu üşütmesini engelledim. Tırtılları onun için öldürdüm ( ama birkaç tanesini kelebek olmaları için bıraktım). Onun şikayetlerini ve övünmelerini dinledim. Ve bazen de suskunluklarına katlandım. Çünkü o benim gülüm.”

7. 



Hayranı Olduğumuz Küçük Prens'den Hayat Üzerine 11 Seçmece Alıntı
Kelebeklerle tanışmak istiyorsam, bir iki tırtıla katlanmayı öğrenmek zorundayım.

8. 



Hayranı Olduğumuz Küçük Prens'den Hayat Üzerine 11 Seçmece Alıntı
Senin gülünün diğerlerinden daha önemli olmasını sağlayan şey, ona ayırdığın vakittir.

9. 



Hayranı Olduğumuz Küçük Prens'den Hayat Üzerine 11 Seçmece Alıntı
''Peki insanlar nerde?'' dedi küçük prens. '' İnsan kendisini çölde çok yalnız hissediyor.''
''İnsanların içinde de öyle hissedersin.'' dedi yılan.  ''Arada pek fark yoktur.''

10. 



Hayranı Olduğumuz Küçük Prens'den Hayat Üzerine 11 Seçmece Alıntı
''Senin gezegenindeki insanlar'' dedi Küçük Prens.
''Tek bir bahçeye beş bin gül dikiyorlar ama yinede aradıklarını bulamıyorlar...''
''Evet bulamıyorlar '' diye yanıtladım onu.
''Halbuki,aradıkları tek bir gülde ya da bir yudum suda olabilir.''
''Haklısın'' dedim.Bunun üzerine küçük prens şöyle dedi:
''Ama gözler gerçeği görmez ki.Yüreğiyle aramalı insan.''

11. 



Hayranı Olduğumuz Küçük Prens'den Hayat Üzerine 11 Seçmece Alıntı
Kendini yargılamak başkalarını yargılamaktan daha güçtür. Kendini yargılamayı başarabilirsen gerçek bir bilgesin demektir.


kaynak : https://onedio.com/haber/kucuk-prens-severlere-ozel-en-guzel-alintilar-360891

16 Haziran 2016 Perşembe

VIRGINIA WOOLF




THE ROOM OF ONES'S OWN

"Kendine Ait Bir Oda (The Room Of One's Own) Woolf'un , "kadınlar ve kurmaca edebiyat" konulu konferans metinlerinden temellenen , 1929 yılında yayınlanmış kitabıdır. 'Kadın ve yazın' sorunsalından yola çıkarak , kadının tarih içindeki baskılanışı ve hali hazırdaki sorunlarını irdeleyen ; bunlar üzerine düşünen ve düşündüren bir kitaptır.
             1882'de İngiltere'de dünyaya gelen Woolf , dönemin katı ahlakçı , erkek egemen anlayışının üstüne gitmiş ; bir kadın olarak o güne dek tarihin ve devrinin kendine biçtiği          cinsiyet rolünü asla sahiplenmemiştir. Bir ara       not olarak belirtelim , yazarın yaşadığı dönem tarihte Victoria Dönemi olarak bilinir ki , sanayii devriminin yükselişiyle gelen adaletsiz ekonomik düzen , buna bağlı olarak paranın en kutsal değer sayılması , aile kurumuna aşırı ve yapmacık bir saygı ve sonucunda oluşan ikiyüzlü sistem , sanata düşman bir zihniyet ve edebiyatı eğlencenin bir türü olarak gören bakış açısı bu devrin temel özelliklerindendir.  

              Böyle bir ortamda Woolf öncelikle kadının yazın dünyasında yer almasının önündeki iki büyük engelden bahseder : eğitim alanındaki eşitsizlik ve aile kurumunun kadın üstündeki geleneksel dayatmaları. Bu bağlamda diyebiliriz ki Woolf , 1900'lere dek edebiyatta kadına çizilen  evlilik , aşk , ihanet gibi dar konu sınırlamasını aşabilen en önemli kadın yazarlardan biri olmuştur.

OTURMA ODASINDAN ÇIKABİLMEK

            Yazının başında eserle ilgili genel bir bilgi vermek için açtığımız kısa çizgiyi burada kapatıp "kendine ait bir oda" ve "yazmak" kavramlarına ve birer metafor olarak düşünüldüğünde buradan yapacağımız çıkarımlara geri dönelim. Kadının kendine ait odası nedir , sorusuyla başbaşayız. Woolf bunu eserde şu cümlelerle tanımlıyor : 

            "Ortak oturma odasından biraz kaçıp kurtulursak, insanları her zaman birbiriyle ilişki halinde değil ; gerçeklikle ve aynı zamanda gökyüzüyle , ağaçlarla ya da kendi içlerinde her ne varsa onunla ilişki halinde görürsek , tutunacak bir kol olmadan tek başına yürüdüğümüz gerçeğiyle yüzleşirsek , o zaman fırsat gelecektir." 

           Anlaşılıyor ki kendine ait oda , kadının tüm cinsiyetçi gölgelerden kurtulup kendi gerçekçiliğiyle yüzleşebildiği odadır. Toplumsal rollerinden sıyrılıp , kendisine binlerce yıl kat kat giydirilmiş annelik , ideal eş , erkeğin arkasındaki gizil güç  gibi kutsanmış kavramlardan soyunduğu odadır. Bu bağlamda, kadının tutunacak bir kol olmaksızın yürüyeceği , kendi yoluna açılan kapıdır bu oda ve burada kadın, bir erkeğin karısı , çocuklarının annesi , içinde bulunduğu her topluluğun ahlak ya da ahlaksızlık göstergesi değil ; kendisi olacaktır.



İÇİNİZDEKİ HİZMETÇİYİ ÖLDÜRÜN

        Kendine Ait Bir Oda'yı benzeri kült eserlerden ayıran önemli bir yönü ise ; kadının önündeki toplumsal , dini , kültürel engelleri göstermekle birlikte suçu sadece bunlara yüklemeyişidir. Tarihin her döneminde ve dünyanın her yerinde kendine radikal yandaşlar bulan cinsiyet ayrımcılığına karşı,  kadınlara öncelikle kendi "içlerindeki hizmetçiyi öldürmelerini" tembihler Woolf. Sayılan tüm olumsuz örneklere karşın  Jane Austen , Emily Bronte gibi kadın yazarları örnek gösterir. Onların da aynı erkek egemen toplum içinde yetişmelerine rağmen yazın hayatında kendilerine yer edindiklerini sık sık tekrarlar eserinde. Onlar kendilerine erkekler tarafından çizilen yoldan gitmedikleri için , “bunu yaz, şunu düşün”  türünden bitmez tükenmez uyarılara kulak asmadıkları için kendileri olabildiler ; hem yazın hem de doğal hayatlarında. 
        Yazmak metaforundan hayata yansıyan görüntülerden biri de , kadının kendisine hükmetmeye çalışan , her şeyi ondan daha iyi bildiğini iddia eden eril tahakküm karşısındaki tavrıdır. Günümüzde bile toplumun genelinde kadına biçilen en değerli kumaş annelik ve ‘yuvayı kuran dişi kuş’ olmaktan öteye geçemezken ,  bir asır önce bir kadın  görünüşte paha biçilemeyen bu kumaşı üstüne giymeyi reddediyor. Kadına, içindeki tüm potansiyeli tüketen ‘oturma odalarından ‘ çıkmayı öneriyor. İşte yaklaşık 100 yıl sonra, kronolojik okumalarımızda görüyoruz ki, bizler kadın olarak bugünkü bilinç düzeyine ulaşabildiysek bunda en büyük pay Virginia Woolf gibi , geleneksel  edebi ve düşünsel kalıpları irdeleyen , hatta yerden yere vuran yazarlarındır.

ERKEKLİĞE ÖYKÜNMEK

    Woolf , tüm engellere rağmen kadının içinde bulunduğu durumdan çıkış yolunu yine ekonomik özgürlük ve eğitimde görür.Bu sayede kadın , cinsiyeti yüzünden kendi kendini aşağılamadan ya da başarı ölçütü olarak bir erkeği görüp kendini onunla kıyaslamadan , kendi öz gücü ve iradesiyle var olacaktır. Bu noktada kadının erkeğe benzeme çabasına şu yorumu getirir :  “Kadınlar erkek gibi yazsaydı ya da erkeğe benzeseydi binlerce defa yazık olurdu. Çünkü eğer dünyanın enginliğini ve çeşitliliğini düşündüğümüzde iki cins bile yetersiz kalıyorsa , yalnızca tek bir cinsle nasıl idare edebiliriz?”   İki cinsin dahi yetersiz kaldığı söylemi,  1900’lü yılların ilk yarısı için , hele de bir kadının kaleminden çıkmışsa , son derece radikal , devrin zihniyetine aykırı bir söylemdir. Woolf , farklı eserlerinde de yalnızca karşı cinsler arasında sınırlandırışmış ilişkileri eleştiren cümleler kullanır.

JUDITH’İN HİKAYESİ


    Üzerine sayfalar dolusu kitaplar yazılan bir yazarı ve onun en önemli eserlerinden birini,  sayılı satırlara sığdırmak ne kadar da zor! Yazımın sonuna gelirken Kendine Ait Bir Oda’nın çıkış noktası sayılan , Woolf’un meşhur kurmaca karakteri  “Judith”ten bahsetmek isterim. 
      Kendisine yöneltilen “Madem kadınlar da erkekler kadar zeki ve yetenekli , neden öyleyse bir Shakespeare çıkmıyor kadınlardan ?” sorusuna cevaben, şu hayali karakterle yanıt verir Woolf : 
       Shakespeare’in en az onun kadar yetenekli bir kızkardeşi vardır ; Judith. Judith kadın olduğu için , abisi gibi okula gönderilmez , kitap okumasına bile izin verilmez. 17 yaşında zorla evlendirilir ama tiyatrocu olmak için evden kaçar. Tüm kadın rollerini erkekler canlandırdığı için iş bulamaz ve sefil bir halde yaşamı son bulur.
   İşte kadınınlar yüzyıllardır  bu kısa , bu basit , bu kısır hikaye içinde çırpınmaktadır.
Bu hikayeden kurtulmak , içimizdeki Judith’e can vermek  için ; her kadının kendine ait bir odaya , kendi kurduğu bir hayale ve kendisinin çizeceği bir yola ihtiyacı var.