Bu bir yaz öyküsüydü, içinde ayrılık şarkısı çalan, ıssız bir köyün acılarla insanı hüzne boğarcasına bağıran bir çocuğun acı çığlıklarıydı. Ulaşılmaz bir duygunun kabuk tutmuş yanıydı.
Olayın kahramanı küçük çobandı, 15 yaşlarındaydı. O gün şehir merkezinden köye gelmiş ertesi gün koyunları otlatma sırası ondaymış... Belirsiz bir güne uyanmış, havanın kapalı olduğunu fark edip kalın giyinmişti. Daha sabahtan belliydi yağmurun bu sefer kızacağını, gökyüzünde kara bulutlar hazırlıklarını erkenden yapmıştı. Koyunları otlatmaya doğru yola koyulan küçük çoban, tuhaf bir o kadar yorgunluğun genç yaşta belirginleştigine tanık olmuş gibi tepeleri çıkmaya çalışıyordu.... Yağmur sabahında köyde şiddetli bir ses duyulmuş, köydekiler aceleyle sesin olduğu yere doğru yürümüşlerdi. Yollar uzun, dağlar engebeliydi, umut adeta küçük bir kıvılcımın içindeydi. Daha önce o köyde hiç bu kadar şiddetli bir ses duyulmamıştı. Üstelik bu ses, acı bir durumun habercisiydi. Nefes nefese kalınan adımların sonunda, olayın olduğu yere varmışlardı. O an insanın kanını donduran tablolar vardı, görenler şok olmuş, ne yapacaklarını şaşırmış, küllere dönen küçük bir bedenin, tek acı çığlıkları ağıtlar olmuştu. evet o gün, yıldırım; küçük çobanın annesiyle telefon konuşmasına izin vermemişti. Oysa, küçük çoban o gün 'anne ben köye vardım iyiyim'' demek için aramıştı. Sanırım gökyüzü kızmıştı maviliklere süslenen gökyüzü o gün karalar bağlamıştı. Ve yağmur o günden sonra hiç romantik olmadı, şimşekler, çığlıkları andırdı.